top of page

10’lu Yılların En İyi 10 Kuir Filmi


10'lu yılların en iyi 10 kuir filmi

Sinemaseverler tarafından “Dünya Sinema Günü” olarak kabul edilen ve her yıl kutlanan 14 Kasım’dayız. Awen for Us Eşitlik Gönüllüsü olan Çevirmen/Editör Abdulhalim Karaosmanoğlu, hepimizi büyüleyen yedinci sanatı kutladığımız bugün için Awen for Us Blog’da #Kuir sinema örneklerini kaleme aldı.


2010 sonrası kuir sinemada neler izledik, en sevilen ve uzun süre hafızalardan çıkmayan filmler hangileriydi?


Hepinize keyifli okumalar!



“KUİR FİLMLER OSCAR YEMİ YA DA MODA DEĞİL,

EZİLEN KESİMİN SESİ”


Kuir sinema terimi ilk olarak 1980’lerde akademik makalelerde kullanılmaya başlandı.


Geleneksel cinsellik anlayışının dışına taşan, daha akışkan ve daha yıkıcı bu deneyimler, piyasada var olmayı başarabilmiş birkaç filmi tanımlamak için kullanılmaya başlamıştı.


Temel olarak Queer (kuir) filmler, heteronormativiteyi reddederken, toplumun kıyısında kalmış LGBTİ+ karakterleri filmin merkezine oturtur.


Tarihte bu örnekteki filmleri ilk üreten isimlerin Jean Genet ve Andy Warhol olduğu kabul edilir.


Fassbinder ile kült mertebesine erişen ve François Ozon ile daha geniş izleyici kitlelerine ulaşan tür, 21. yüzyıla eriştiğinde daha evrensel bir çekiciliğe doğru evrilen bir trend haline gelmiştir. Son dönemde birçok eleştirmenin ve hatta profesyonel izleyicilerin dilinde gittikçe artan biçimde “Oscar yemi” ifadesi dolaşıyor. Kendini beğenmiş bir edayla filmleri küçümseyen bir kesim, özellikle belirli türdeki filmlere yönelik bir tepki geliştirmekte.


En başından beri değilse de Oscar ve çeşitli festival jürisi üyeleri, son dönemlerde çeşitli zorluklarla mücadele eden karakterlerin yer aldığı yapımlara kucak açmış gibi görünüyor. Tabii, burada neyi kast ettiğimizi açıkça söylememiz gerek: Bir filmin içinde bir siyahi, bir eşcinsel, hatta düz cinsel bir kadın karakter varsa, uzun lafın kısası, bir ezilen hikayesi söz konusuysa, belirli bir kesim gözlerini devirerek filmleri karalama yarışına girişmekte.


Ödülün hak edildiği için değil, “gey filmi” olduğu için verildiğini düşünen insanlara, sinema tarihi boyunca Oscar’dan Cannes’a kadar tüm ödüllerin beyaz heteroseksüel erkeklere gittiğini hatırlatmak isteriz.


Bu nedenle “Dünya Sinema Günü” için hazırladığımız ilk dosyada “tercihimizi” kuir filmlerden yana kullansak da, gelecekte devam edecek serimizde toplumsal cinsiyet eşitliğini kendine konu edinmiş bütün filmlere yer vermeye gayret edeceğiz. Keyifli okumalar!



ÜÇ (2010)


Simon ve Hanna çifti, uzun süredir beraber olan düzcinsel bir çifttir. Her ne kadar birbirlerini çok sevseler de, hem ilişkileri hem de cinsel hayatları monotonlaşmış, tekdüzeleşmiştir.


Simon’un annesi kanserden hayatını kaybedince, çiftin morali bozulur. Daha da kötüsü annesinin hemen ardından Simon da testis kanseri olduğunu öğrenir. Önce ameliyat olan ardından da kemoterapi gören Simon bu süreçte Hanna’dan uzaklaşır.


Belki de bu nedenle Hanna, bir havuzda gördüğü ve yoğun çekim hissettiği Adam ismindeki bir erkekle yakınlaşmaya başlar. Simon ise yavaş yavaş iyileşmeye başlarken, Hanna ile de ilişkilerini rayına sokmuş ve hatta evlenmeye karar vermiştir.


Kaderin cilvesi bu ki, Simon da gittiği aynı havuzda yine aynı kişi yani Adam ile karşılaşır ve kısa süre içinde birlikte olmaya başlarlar. Simon ve Hanna çifti, birbirlerinden habersiz biçimde Adam ile düzenli olarak görüşmeye devam eder. Fakat ikisinin de sürdürdüğü bu yasak ilişki, kendi ilişkilerini daha da alevlendirmiştir. Hikayenin bahtsız kahramanı Adam ise, olan bitenden bir haber biçimde hem Simon’a hem de Hanna’ya aşık olmaya başlamıştır.


“Bir insan kaç kişiyi sevebilir?” sorusunu cinsel kimlikler üzerinden tartışmaya açan yönetmen Tom Tykwer’ın Koş Lola Koş filmiyle yaptığı çıkışın ardından Kieslowski’nin ölmeden önce yazdığı son senaryosunu filme çekme şansını elde ederek, büyük ustanın tahtına aday gösterildiğini belirtelim.



HAFTA SONU (2011)



Sinemanın geçirdiği evrim sayesinde, on yıl öncesinde tabu olabilecek konuların açık yüreklilikle işlenebiliyor oluşunun ilk örneklerindendi Weekend.


Ülkemizde ilk olarak !f Istanbul Film Festivali’nde gösterilmiş, eleştirmenleri de izleyiciyi de memnun etmeyi başarmıştı. Kimliği ile barışık aktivist bir sanatçı ile daha muhafazakar sayılabilecek eğilimlere sahip iki genç erkeğin, bir gey barda tanışıp, tek gecelik ilişki yaşamalarıyla start alan hikayenin odağındaki çiftimiz, birlikte geçirdikleri hafta sonu boyunca, kuir literatürde tartışılan neredeyse her konuyu masaya yatırıp tartışırken, görüntü yönetmeni de sekanslarda kullandığı renk geçişleri ile filme gökkuşağından bir demet katıyor.




‘‘Eşcinsellik yoktur, cinsellik vardır” diyen Ece Ayhan gibi, Weekend filmi de, eşcinsel filmi olarak görülmemesi gereken, sıradan bir aşk öyküsü. Kimliklerinden ötürü toplum tarafından bir çimentoya yapıştırıldığını hisseden bu iki karakter, film boyunca İngiliz toplumunun tabularına nanik yapmaktan çekinmiyor.



LAURANCE ANYWAY (2012)



Bir ilişkinin on yıllık serüvenine odaklanan bu melodram, henüz 24 yaşında olan yönetmen Xavier Dolan için büyük bir başarıydı.


Yönetmen, gençliğinin pervasızlığı sayesinde, Akademi ödüllü yaşlı beyaz erkeklerin cesaret edemeyeceği sahnelerin altından kalkmayı başarmıştı. İmkansızlığın ısısı ile körüklenen tutkulu bir aşk hikayesini anlatan filmin ana karakteri 35 yaşında cinsiyetini değiştirmeye karar veren bir edebiyat öğretmeni. Fakat hikaye, bu geçiş süreci serüvenine asla ders verme maksadıyla yaklaşmaz.


Dolan, bunun yerine, bu geçiş sürecinden en çok etkilenen kadınların –anne ve kız arkadaş- deneyimlerine odaklanır.



Örneğin; oğlunun ona açılmasının rahatsız edici tuhaflığından kaçınmak isteyen anne “Televizyonu kaldırmak için bir erkeğe ihtiyacım var” der.


Günden güne değişen dış görüntüsü ile birlikte Laurance’ın personası bulanıklaşsa da, başrol yıldızı Melvil Poupaud’un performansı izleyiciyi karakterinin her yeni görünümünde ikna etmeyi başarıyor.



MAVİ EN SICAK RENKTİR (2013)



Temasın yükünü gösteren yönetmen Abdellatif Kechiche, toplumun sınırında dolanan ve bu sınırın ihlalini mahremiyet olarak kodlayan bir filmle karşımızdaydı. Terörize bir gösterim iddiası ile tartışılan sevişme sahnelerinin ardından, erotizm ve pornografi ilişkisinde dair sorular yankılanmıştı.


Hazzın gösterimi, uyarılmanın ve arzunun ekonomisinde nerede durmaktadır?


Teşhirin sınırı nereye kadardır? Sinemanın konumladığı izleyici kendisini ne zaman bir röntgenci olarak görür? Sanat bu noktada erotik midir yoksa pornografik mi?


Başkarakter, ergenliğin çetin yollarında olan Adelé, herkes gibi kendini -oluşunun varlık şartını- aramaktadır.


İlişkiler yumağında yöneldiği bedenlerin kimisinde sadece bir macera olarak özneleşir bir diğerindeyse aşkla türeyendir. Film boyunca iştahından vazgeçmez Adelé. Bir anlamda gerçekliğin pornografisinde tatminsiz kıldığımız varlık koşulumuz, Adele’in iştahını oluşturmaktadır. Geleneksel aile ile yenen soslu makarnanın ardından deniz kadar mavi bir kadınla yenen ıslak, kaygan istiridyeler çıkar karşımıza. Sorgulama bu noktada gastronomik bir hedefe yönelir; “lezzet, tat ve temas”ın baştan çıkarıcılığı gelir karşımıza.


Her şey yolundadır görünmediği sürece, zaten etli bir istiridye yemek kadar görünmezdir sevişmeler. İlişirler usulca, mavice lezbiyenler…


Her şeyin ötesinde “ilişkinin” ağırlığı, yönelimin toplum tarafından yasaklı perdesini açsa da beklentilerin törpüsü daha fazla yontamaz Adele’i. Adelé ve Emma’nın aşkları, görünmez lezbiyenliklerine, paylaştıkları hazların ve tatların en “günahkar” derinliğine rağmen, ilişkinin boğan, yıpratan ve temasın yükü altında ezilen iktidarıyla parçalanır. Geriye ihtimaller denizinde başka bir maviyi aramak kalır.


Ergenliğin kuytularında, Munch’ın çığlığını duyarcasına, patlamaya hazır bir yanardağdır beden. İçindeki sıcaklığın magmasında eriyen ve eritilen hayallerin, olasılıkların, aşkların dışa vurumudur soğuk, asabi ve kafası karışık mavi, kırmızıyı alt eder bu sefer. Hadım edilmiş imkânsızlık durağında en sıcak renktir; bir mavi, bir ergen ve bir lezbiyen (İrem Gürşimşir Çiğdem).



PRIDE (2014)



Gerçek bir hikayeden uyarlanan filmi Stephen Beresford yazıp Matthew Warchus yönetiyor. 1984 yılında 20 yaşındaki gizli eşcinsel Joe, ilk Gey Onur Yürüyüşüne katılmak için yaşadığı taşra kasabasından Londra’ya gelir. Soho’daki bir kitapçıda bulunan bir grup gey ve lezbiyen, Thatcher tarafından tehdit edilmektedir.


Yalnızca onlar değil, madenciler de Thatcher’ın hedefindedir. Demir Leydi’nin muhafazakâr politikalarının hedef aldığı bu iki azınlık, uğradıkları haksızlıklar karşında beraber mücadele etmeye karar verir. Aslında neredeyse tesadüfen, bir minibüste gerçekleşen bu ilk tanışma, yerini bağış toplamalara bırakınca, başlangıçta birbirlerine şüphe ile bakan gruplar, nihayet aynı tarafta olduklarını fark eder.


Hükümetin bağnaz ve kapitalist politikalarına destek veren bir tabloid gazete, yürüttüğü karalama kampanyasıyla bu ortaklığı sabote etmeye çalışır. Ortaklıkları bozulunca, köylüler geylere sırt çevirir ve madenciler Thatcher’a yenilerek işe geri dönerler. Ama ne olacaksa, gelecek yıl olur: Onur Yürüyüşüne madenciler yoğun bir katılım gerçekleştirerek, yoldaşlarına vefa borçlarını öderler.


AIDS’in gey topluluklarını mahvettiği bir dönemde topluluğa karşı son derece önyargılı olan politikacıların, medyanın, halkın aksine madenciler bir nevi homofobi tedavisi görüyorlar. Film, konusunu utanmadan politize ederken, komedi unsurundan da asla vazgeçmiyor.



CAROL (2015)


Özellikle 1950’li yıllarda aktif olarak eserler üreten Patricia Highsmith, o dönem için kimsenin yazmaya cesaret edemediği bir şey yapıp, LGBTİ+ bireylere kitaplarında ana karakterler olarak yer vermiştir. Özelikle Ripley serisi ile bilinen yazarın bu serisi, Fassbinder, Wim Wenders, Anthony Minghella gibi usta yönetmenler tarafından sinemaya uyarlanmıştır.


Yazarın 2015 yılına kadar sinema dünyası tarafından keşfedilmemiş eseri Carol ise, The Price of Salt kitabından uyarlamadır.


1950’lerde New York’da kendilerini beklenmedik bir aşk ilişkisi içinde bulan çok farklı geçmişlere sahip iki kadını merkeze alan Carol, dönemin geleneksel normları yadsınamaz cazibelerine meydan okurken, kalbin değişim karşısındaki direncini ortaya koyan dürüst bir hikaye ortaya çıkarıyor.


20’li yaşlarında Manhattan’da lüks bir mağazada tezgahtarlık yapan Therese, sevgisiz bir evliliğe mahkum olmuş Carol ile karşılaşınca kıvılcımlar çakıyor.


Aralarındaki bağ derinleştikçe, Carol evliliğinin sınırlarını zorlarken, kocası ve arkadaş çevresi ahlaka uygun davranışlar sergilemediği gerekçesiyle, anne olarak yetkinliğini sorgulamaya başlıyor.



AY IŞIĞI (2016)



Ay Işığı filmi, siyahi Amerikalı Chiron’un hayatından üç önemli zaman dilimine odaklanır: Genç ergenlik, orta genç ve genç yetişkinlik.


Chiron, henüz küçükken, uyuşturucu bağımlılığı ile boğuşan bekar annesi ile beraber Miami’nin suç oranları son derece yüksek bir mahallesinde yaşamaktadır. Chiron, annesi tarafından ihmal edilmesi nedeniyle son derece utangaç ve içine kapalı bir çocuktur. Bu gibi nedenlerle Chiron okulda ve mahallede zorbalığa uğrar.


Ona kendisiyle ilgili hakaretler edilir ve bu hakaretlerin büyük bir kısmı, onun daha keşfetmediği cinsel kimliği ile ilgilidir. Fakat ona kendi akranları arasından Kevin isimli bir Kübalı daha samimi biçimde yaklaşmaktadır.


Mahallenin uyuşturucu trafiğinden sorumlu olan Juan da yine bu küçük çocuğu koruması altına alan nadir kişiler arasındadır. Juan, kız arkadaşı Teresa ile birlikte Chiron’a akran zorbalığı ve annesinin tacizleri konusunda rehberlik etmektedir.


Bu film temel olarak, LGBTİ+ bireylerin çocuklukta maruz kaldığı akran zorbalığı ile ilgilidir. Ama bu konuyu ele alırken, bu yaşta yaşanan sıkıntıları, hayatı önceden belirleyen bir faktör olarak kabul edip, ileride çok daha büyük sıkıntılara evrileceğini gösterir.


Ana kahraman Chiron’un üç farklı dönemdeki rolünü üstlenen oyuncular, etraflarındaki insanlar için kabul edilemez bir sırla kapana kısılmış olmanın üzüntüsünü ve duygusunu izleyiciye çok iyi biçimde yansıtıyor. Bu övgüye layık, düşünceli film kesinlikle izlemeye değer.



FANTASTIC WOMAN (2017)



Lelio’nun Oscar adayı Fantastik Kadın filmi, çileli kederin yüceliği hakkında bir çalışma. Herhangi bir başlık altında sınıflandırmak zor olsa da, bir suç gerilim filmi kadar sürükleyici bir film bu.


Kahramanın kendi ağırlıksız yabancılaşma şokuyla birlikte, bir tür uyarı transına giren izleyici, ekranda nadiren rastladığımız bir kamera performansı ile kahramanımızın yalnızlığı aşmasını, iç operasını etkisiz hale getirmesini başarılı bir şekilde kayda alıyor.


Filmin esas meselesi olan “duyguların politikası”, Şili’de garsonluk ve şarkıcılık yapan trans bir kadın karakter üzerinden işleniyor. Filmin açılış sahnesinde Marina, şarkısını söylüyor: “Aşkınız dünkü gazete gibidir / Kimse daha fazla okumak istemiyor...”


Ellilerinde cis bir adamla sevgili olan karakterimiz, birlikte yedikleri romantik bir akşam yemeğinin ardından evlerine geçtiklerinde, Orlando’nun ani biçimde ölmesi ve bütün şüphelerin Marina’ya odaklanmasıyla hız kazanıyor. Film boyunca polis devleti, çürümüş düzen, transfobik toplum Marina’nın var oluşunu yargılarken O, zulmün binbir formuna karşı görkemli direnişini sürdürüyor.



THE FAVORITE (2018)



Zaman: 18. yüzyıl. Mekan: İngiltere.


Başrolde erkeklerin yazdığı tarih akışını (history) kısa bir süreliğine de olsa kendi lehine çeviren (herstory) üç kadın. Aslında filmi, bu listeye alarak büyük bir spoiler vermiş oluyoruz.


Her ne kadar Oscar yarışında bile, filmin lezbiyen teması yansıtılmamış olsa da, bir lezbiyen filmi Sarayın Gözdesi. Başroldeki üç kadının iktidar savaşı verdiği bir aşk üçgeni söz konusu.


Oscar Wilde’ın dediği gibi: “Hayattaki her şey, seks hakkındadır. Seks hariç. Çünkü seks, iktidar hakkındadır.”


Yunan yönetmen Lanthimos’un ülkesinin sınırlarını aşarak Oscar’da yarıştırdığı filmi, görüntü yönetimiyle de dikkat çekiyor.


Yer yer doğal ışık kullanan, bazen kadraja balıkgözüyle bakan, bu sayede o koca sarayların aslında ne kadar da klostrofobik olduğunu gösteren yönetmen dışavurumcu biçimde, ölümüne bir kaç yüz yıl kalmış aristokrasinin groteskliğini belki de ölümlülüğünü betimlemeye çalışıyor.


Film bittiğinde kısa bir süre hislerinizin farkında olamayacaksınız. Evet iyi, ama bundan fazlası var. Her geçen sürede, bir şeyleri daha fazla idrak edeceksiniz. Çünkü ilmek ilmek örülmüş katmanlardan oluşan bir film Sarayın Gözdesi.



ALEV ALMIŞ BİR GENÇ KIZIN PORTRESİ (2019)



18.yüzyılda geçen bir aşk hikayesi, bir kadın yönetmen ve onun gözleriyle gördüğümüz, içinde erkeklere yer yokmuş havası veren bir dünya, filmi her düşündüğünüzde bir kıyıda ya da kendinizi bir uçuruma doğru koşarken buluyorsunuz, en azından benim bulduğum yer orası.


Genç bir ressam olan Marianne bir gün aldığı bir görevle uzun bir yolculuktan sonra manastırdan yeni ayrılmış olan Heloise'in düğün portresini yapmakla görevlendirilir.


Ama bu resim yapılırken Anne'sinin bir isteği vardır, Heloise'in bundan haberinin olmaması gerekmektedir.





Film boyunca ana karakter Heloise'in üzerindedir gözlerimiz, en başta yaratılan gizem yavaş yavaş yıkılmaya başlar: önce gözleri, sonra ellerini, yavaş yavaş sesini duymaya başlarız, bir açılış sahnesi gibi bir kadının kendini ürkekçe gösterişini izleriz, Marianne'de korkmaktadır, küçük odasında gizlemiştir her şeyi bir perdenin arkasında , hikayeleri bakışmalarla başlamışken, konuşmalarla devam eder.


Filmin en güzel sorusu benim için her zaman bu olacak sanırım: ''Yalnız olmak özgür olmak mıdır?''


Evlenmek istemeyen Haloise ile Marianne bu sessiz ve mavi karmaşanın ve sakinliğin arasında tutunacak bir şey bulacaktır ‘birbirlerini’. Geçmiş zamana ait bir hikaye olması ve daha önce almadığımız bir tadı bu kadar yumuşacık vermesi filmi diğer gruptaki filmlerinden benim için farklı bir yere koymakta.


Bu filmden hissettiğim kadarıyla ‘Mavi gerçekten en sıcak renkmiş...' İyi seyirler. Bir kitabın bir sayfasında kalsa bile sevmekten asla vazgeçmeyin! (Hüseyin Duran)


 

Awen for Us Eşitlik Gönüllüsü Abdulhalim Karaosmanoğlu
Hazırlayan: Abdulhalim Karaosmanoğlu

YAZAR HAKKINDA


1987 yılında Ankara’da doğan Abdulhalim Karaosmanoğlu, lisans eğitimini Kıbrıs’ta Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlamış, ardından Mekteb-i Mülkiye’de Toplumsal Cinsiyet Yüksek Lisansı yaparak, feminist uluslararası ilişkiler konulu teziyle mezun olmuştur.


Eğitim hayatı süresince asistan olarak görev alırken, mezun olduktan sonra da STK’larda koordinatörlük yapmış, sanat galerilerine danışmanlık vermiştir.





2019 yılından beri Bahar Dergi’nin ve Aryen Yayınları’nın editörüdür. İlgi alanları olan siyaset felsefesi, toplumsal cinsiyet ve sanat konularında hem hakemli dergilerde hem de popüler yayınlarda makaleler yazmakta ve çeviriler yapmaktadır.


Instagram Logo
LinkedIn Logo


bottom of page